ABD'den Türkiye'ye "GDO'lu Telgraflar"
in In Media / Tr
Bu yazı ilk olarak 12 Şubat 2011’de Bianet’te yayınlandı. link
WikiLeaks, 2006 yılından bu yana dünya gündeminde iz bırakan birçok skandalı gün ışığına çıkarttı. Bunların arasında “Cablegate” olarak bilinen ABD büyükelçiliklerinde hazırlanmış çeşitli gizlilik seviyesindeki 250.000′in üzerindeki diplomatik telgrafı ele geçirmek ve yayınlamak da var. Telgraflar 2011 Eylül ayının ilk günlerinde yayımlandı.
Tüm merkezler arasında 7,918 adet telgraf ile ABD’ye en fazla diplomatik telgraf gönderen yer, Ankara Büyükelçiliği.
Hem Türkiye ile ABD arasındaki temel meselelerin neler olduğuna dair fikir sahibi olmak, hem de halkın bu telgraflardan neler öğrenebileceğine dikkat çekmek amacıyla telgraf arşivinden üç konu seçerek derinlemesine inceledik. Bu üç konu WikiLeaks belgelerinde karşımıza çıkan siyasi perspektifler, ilaç şirketlerinin şekillendirdiği ABD politikasının Türkiye’deki izdüşümleri ve son derece çarpıcı bilgilere ulaştığımız ABD Genetiği Değiştirilmiş Gıdalar (GDO) politikaları ile Türkiye’deki kurumların bunlar karşısındaki tutumu oldu. Bu yazıda GDO konusu ele alınıyor.
Cablegate telgrafları arasında bu konudaki politikalara dair çarpıcı bilgilere ulaşmak mümkün.
GDO, genetik mühendisliğinin marifetleri ile değişikliğe uğratılmış, yani normal koşullarda doğada bulunmayan, fakat laboratuar ortamında yaratılmış olan canlıların tümüne verilen isim. Genetiği endüstrinin ihtiyaçlarına göre değiştirilen canlı bir inek olabileceği gibi bir mısır bitkisi ya da bitkilerin gelişiminde rol oynayan bir bakteri de olabilir.
Genetiğinin değiştirilmesi ile bir canlıda ne tür bir değişikliğin meydana getirilebileceğine çarpıcı ve güncel bir örnek olarak inek sütü yerine insan sütü üreten inekler verilebilir. Bu yazının yayınladığı tarihten sadece birkaç ay önce yapılan bu deneyde insan genleri ile yeniden düzenlenen genomlara sahip mutant ineklerin, inek sütü yerine insan sütü ürettikleri gösterildi.
Bu uygulamaların ortaya çıkardığı etik kaygılardan bağımsız bir şekilde, doğru şekilde kullanıldığında GDO’ların çok faydalı olabileceğini düşünen bilim insanları da var. Lakin genetiği değiştirilmiş 42 ineğin 26 tanesinin doğumdan hemen sonra, 6 tanesinin ise doğduktan sonraki altı ay içerisinde olmak üzere 32 tanesinin ölmüş olması, bir şeylerin çok dikkatle yeniden değerlendirilmesi gerektiğinin bir göstergesi.
Bir süredir zaman zaman Türkiye gündemini de meşgul eden konulardan olan GDO’ların hem insan sağlığı hem de doğaya olan etkileri açısından barındırdığı riskler bilimsel anlamda aktif araştırılan konulardan. Halen değerlendirilmekte olan riskler çok geniş bir yelpazeye dağılmış durumda.
GDO’ların tüketimindeki artışın değerlendirilen ve henüz net bir sonuca bağlanmamış risklerden bazıları şöyle sıralanbilir:
* Doğrudan ya da dolaylı yollarla kanser ve dejeneratif hastalıkların artmasına sebep olması,
* Kullanılan teknolojinin süper-virüs evrimi için uygun altyapı oluşturması,
* Hayvanların -ya da bitkilerin- daha hızlı büyüyüp daha fazla ürün vermesi için tasarlanmış büyüme hormonlarının çoğu durumda hayvanları -ve bitikleri- hastalıklara karşı dirençsiz kılması nedeni ile kullanılan antibiyotiklerin bu hayvanlardan elde edilen mamuller ya da tüketilen bitkiler ile insana geçmesi ve antibiyotiklere karşı dirençli bakterilerin güçlenmesine sebep olması,
* Birbirinin tam kopyası olan tohumlardan elde edilen ürünlerin insan bedeninin yüz binlerce yıllık yolculuğu esnasında alıştığı varyasyondan uzak oluşu nedeniyle ortaya çıkabilecek kronik alerjilerin ya da doğum kusurlarının artması,
* Ortalama yaşam süresinin azalması, böceklerin bitkiye zarar vermesini engellemek için tasarlanan ve bitkinin genomuna eklenen genlerden kodlanan proteinlerin insan hücreleri içinde takibi zor toksik özellikler göstermesi,
* Tarım ürünlerinin besin değerinin düşmesi, diyetin radikal biçimde değişmesine bağlı rahatsızlıkların artması,
* Ürün artışını sağlaması için kullanılan genetiği değiştirilmiş bakterilerin topraktaki nitrojen dönüşümünden sorumlu mantarları öldürerek doğal ve hassas toprak florasındaki mikrobiyal aktiviteyi sekteye uğratması ve bunun sonucunda toprağın veriminin düşmesi,
* Genetiği değiştirilmiş canlıların gelişimine ön ayak olabileceği süper-haşereler ve süper-yabani otlar ile faydalı böceklerin, hayvanların ve diğer bitkilerin doğal yaşam koşullarını değiştirmesi,
* Tohum çeşitliliğini öldürerek geri dönüşü olmayan bir genetik sığlığa yol açması…
Bunların kimileri çeşitli bilim insanları tarafından risk seviyesinde ortaya atılmış ihtimaller de olsa, genetiği değiştirilmiş gıdaların siyasetçiler ve şirketlerin iddia ettiği kadar güvenli olmadığına dair bilimsel göstergelerde düzenli sayılabilecek bir artış söz konusu.
Bu konuya şüpheyle yaklaşılmasının önemini gösteren araştırmalardan belki de kamuoyunda en çok yankı bulanlarından birisi, 2005 yılında The Independent’in ele geçirdiği ve haberleştirdiği 1,139 sayfadan oluşan ve genetiği değiştirilmiş mısır ile beslenen farelerin normal mısır ile beslenenlerde gözlemlenmeyen şekilde iç organ yetmezlikleri sonucu öldüğünü gösteren gizli rapor.
Benzeri gelişmeler sonucunda Fransa Şubat 2008’de genetiği değiştirilmiş mısır tohumu kullanımını yasaklarken, Avrupa Parlamentosu bu yazının yazıldığı tarihlerden sadece birkaç ay önce (Temmuz 2011) Avrupa Birliği üyesi ülkelere genetiği değiştirilmiş gıdaların topraklarında üretilmesini yasaklama haklarını genişleten bir yasanın kapsamını genişletmeyi oy birliğiyle kabul etti.
Son derece ironik bir biçimde, yukarıda sözü geçen ve 2005 yılında basına sızmış olan gizli çalışmayı yürüten şirket, genetiği değiştirilmiş mısır tohumlarının dünya çapındaki en büyük üreticilerinden olan Monsanto.
ABD merkezli çok uluslu bir şirket olan Monsanto, ABD’nin genetiği değiştirilmiş gıda pazarının yüzde 90’ına sahip ve bu alanda dünyanın önde gelen şirketlerinden birisi. Dolayısıyla kamuoyunu genetiği değiştirilmiş ürünlerin sağılıksız olmadığına dair ikna etme konusunda çok büyük bir efor harcıyor.
Tahmin edebileceğiniz gibi bu eforun içine yukarıdaki gibi raporların sonuçlarını kamuoyundan gizlemek ya da GDO’ların aslında sağlıklı olduğunu iddia eden “aksi yönde bilimsel propaganda” faaliyetleri de giriyor. Amerika’daki siyasi lobicilik için Monsanto’nun sadece 2008 yılında sekiz milyar dolar harcamış olması, hem şirketin büyüklüğü hem de ABD’deki siyasetçiler ile ilişkilerini ne kadar yakın tutmak istediğinin önemli bir göstergesi.
Fakat mevzunun ne kadar derin olduğunu, Cablegate ile ortaya çıkan raporları takip ettiğimizde anlıyoruz.
ABD’nin GDO’ların yaygınlaşmasından birden fazla çıkarı var. Biyoteknoloji alanında en gelişmiş ülkelerden birisi olarak, GDO’ların yaygınlaşması ile doğacak talep ABD merkezli çok uluslu şirketler ile karşılanacağı için ekonomik avantajlar, GDO’lara bağımlı ülkelerin sayısının artmasının gıda gibi son derece önemli bir pazarda ABD’ye söz hakkı verecek olması üzerinden doğacak siyasi avantajlar bunlar arasında sayılabilir. Nitekim Fransa’da 2008 yılında hayata geçirilen yasak öncesi gönderilen 2007 tarihli bir telgrafta Fransa’nın bu yönde atacağı bir adımın ABD için maddi kayba, bunun da ötesinde ABD’deki biyoteknoloji endüstrisi için çok büyük bir dezavantaja tekabül edeceğinden açıkça söz ediliyor.
Fransa 2008 yılında Monsanto’nun ürettiği mısır tohumlarını yasakladıktan sonra, Almanya, Avusturya ve Arnavutluk’un da bu kararda Fransa’yı takip ettiği görülüyor. 2009 yılında ise “bu konuda bir şeyler yapılsın” girişi ile gönderilen bir telgrafta “iyi organize olmuş bir kampanya” nedeniyle GDO’lu mısır tohumunun İspanya’da da yasaklanması ihtimalinin gündemde olduğundan bahsedilirken “eğer İspanya düşerse tüm Avrupa onu takip edebilir” görüşlerine yer veriliyor.
ABD GDO’lar konusunda o kadar kararlı ki, Avrupa ve gelişmekte olan ülkelerdeki katolikler arasında GDO’lara karşı yaygın olan direnci kırmak için Vatikan’ı ve Papa’yı kullanmak için 2005’ten itibaren lobi faaliyetleri yürütmeye başlamış. Telgraflardan birisinde Vatikan kardinallerinden birisi olan Renato Martino’nun yardımcılarından birisinin Amerikan konsolosluğuna, Martino’nun Irak savaşı ve savaş sonrası ile ilgili eleştirilerini telafi etmek ve ABD hükümeti ile iyi ilişkilerini sürdürmek için GDO’lar konusunda olumlu bir tavır takınacağını dile getiriyor.
ABD’nin tek cephesi Avrupa değil. Telgraflar, ABD dışişlerinin GDO politikalarının ABD merkezli şirketlerin pazara girmesini engelleyecek yasalar çıkarmalarını engellemek üzerine yoğunlaştığını ve diplomatik olarak baskı yapılan ülkelerin geniş bir coğrafyaya dağılmış olduğunu gösteriyor.
Bu telgraflar arasında dünyanın bir numaralı pirinç ihracatçısı olan Tayland‘daki biyoteknoloji ve GDO karşıtlığını kırma girişimlerine, Güney Afrika‘da ABD çıkışlı GDO ürünlerinin kabul görmesi sürecini riske atan koşulların ortadan kaldırılması için atılan adımlara, ABD pirinç üreticilerinin Batı Afrika’daki en büyük marketi olan Gana‘yı GDO’lu ürünlere sıcak bakan düzenlemeleri hayata geçirmeye ikna etmek için yürütülmesi planlanan diplomatik çalışmalara, Dr. Chassy’nin GDO’ya soğuk bakan İtalya’da gerçekleştirdiği GDO propagandasının medyadaki yansımalarına ve daha nicesine rastlamak mümkün.
Edelman: “Türkiye’deki cahil kitleler”
Bununla birlikte ABD’nin GDO stratejisinin Türkiye çehresi, çok daha ilginç bir hikaye ortaya koymakta.
Genel olarak telgraflar, ABD’nin GDO’yu kabul ettirme stratejilerinden birisinin ‘hedef’ ülke içerisindeki GDO karşıtı grupların tespit edilmesi, ve Mosanto gibi şirketlerin ülkeye girmesine mani olan direnişi kırmak için kamuoyunun GDO’nun yararlarına dair bilgilendirilmesi olarak çizildiği anlaşılıyor. Bu genel strateji ülkeden ülkeye farklılıklar gösterebiliyor. Eğer söz konusu karşıt grup bilim insanları ise, İtalya’da yapıldığı gibi GDO taraftarı bilim insanları konferanslara gönderiliyor. Eğer söz konusu halk ise, bu sefer de işin içine halkla ilişkiler giriyor.
Şubat 2005’te ABD büyükelçisi Edelman’ın Ankara’dan gönderdiği telgrafta “Türkiye’deki cahil kitlelerin” bilimsellikten uzak olduğuna dikkat çekildikten sonra büyükelçiliğin Türkiye’deki ilgili paydaşlara güncel ve bilimsel bilgi sunmaya devam edeceği, ayrıca kamunun “biyoteknolojinin ‘olumlu’ yönleri” konusunda bilgilendirilmesi için Bilim ve Teknik dergisi ile bağlantıya geçileceği söyleniyor. Bu telgrafın ardından, Eylül 2005 tarihli bir telgrafta “bütün bilimsel verilere rağmen GDO’ların güvenli olmadığına inanan kamu”nun fikrini değiştirmesi için İllinois Üniversitesi’nde bir mikrobiyolog olan Dr. Bruce Chassy’nin Türkiye’de çeşitli üniversiteleri ziyaretinin makam tarafından ayarlandığını okuyoruz. Chassy’nin ziyaretlerinde karşılaştığı tepkilerden ve bunların gerçeklere ne kadar aykırı olduğundan bahsederek devam eden telgraf, GDO karşıtı gruplardan yakınırken sağlık konusundaki eleştirilerin temelsizliğinden dert yanıyor. Telgrafın sonunda ise GDO’ların toplum ve devlet nezdinde kabul edilmemesinin nedeninin ‘ideolojik’ olduğu ortaya atılıyor.
Telgraf, Dr. Chassy‘nin Türkiye ziyaretinin planlı olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Aynı zamanda bu görev için Dr. Chassy’nin seçilmesi de bir rastlantı değil. Zira kendisi gıda şirketlerinin maddi olarak desteklediği araştırmalar yürütmüş ve birçok kez Monsanto ve benzeri GDO şirketlerine seminerler vermiş bir isim. Hazırladığı GDO yanlısı raporlarda bilimsel verileri çarpıtarak yanlış iddiaları doğru ve bilimselmişçesine sunduğu belgelenmiş olan Dr. Chassy, kendisine yöneltilen “GDO’lu gıdalar güvenli mi” sorusuna “kesinlikle organik gıdalardan daha güvenli” şeklinde yanıt verebilen, bilim insanı kimliği ile yaptığı açıklamalarla bizzat biyoteknoloji şirketlerinin propagandasını aklayan bir kişi.
Bilim ve Teknik’te GDO propagandası
Geri dönüp Cablegate telgraflarında rastladıklarımız paralelinde ülke gündemine tekrar göz gezdirdiğimizde son derece çarpıcı bir bilgiye ulaşıyor ve Dr. Chassy’nin Şubat 2005’te gönderilen telgrafta önerildiği gibi Bilim ve Teknik dergisine bir röportaj verdiğini görüyoruz ().
Bilim ve Teknik’in Kasım 2005 sayısında yayınlanan bu röportaj kendi başına gözden kaçabilecekken, Cablegate bu hadisenin ABD’nin GDO ve besin sektörü ile ilgili halkla ilişkiler stratejisiyle bağlantılı olduğunu göstermekle kalmıyor, aynı zamanda Bilim ve Teknik dergisinin ne kadar kolay bir biçimde çok uluslu şirketlerin çıkarları doğrultusunda Türkiye’deki kamunun ve bilim insanlarının fikirlerini değiştirmek için kullanılabildiğini gözler önüne seriyor. Türkiye’nin yegane bilim kurumunun, ismiyle kamuda yılların güvenilirliğini çağrıştıran dergisi aracılığıyla, güvenliği konusunda bilimsel bir uzlaşmaya ulaşılmamış bir teknolojinin üzerindeki şüphelerin aklama derecesinde kaldırılması amaçlanan bir operasyonun aleti olduğunu görüyoruz.
Yine yukarıda bahsi geçen 05ANKARA5425 numaralı telgrafta, Dr. Bruce Chassy’nin 10-11 Eylül 2005 tarihinde Sabancı Üniversitesi’nde gerçekleşmiş olan Tarımsal Biyoteknoloji Sempozyumu’na olan katılımı ve buradaki tartışmaların bir raporu sunulmuş. Ancak Dr. Chassy’nin Türkiye rotası Sabancı Üniversitesi ve Bilim ve Teknik dergisi ile sınırlı değil.
İnternette yapılan bir tarama Dr. Chassy’nin aynı dönemde birçok üniversiteyi ziyaret ederek, GDO’lar ile ilgili seminerler verdiğini gösteriyor. İstanbul’dan sonra İzmir, Ankara ve Adana’yı ziyaret eden Chassy, gezisinin Ankara ayağında aynı zamanda Anadolu Ajansına “Genetiğiyle oynanmış gıdalar zararlı değil” başlığıyla da haber olmuş. Chassy’nin o dönemde gerçekleştirdiği ziyaretlerin bir listesi şöyle:
10-11 Eylül 2005, Sabancı Üniversitesi, Tarımsal Biyoteknoloji Sempozyumu.
12 Eylül 2005, Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi, Tarım Biyoteknolojisindeki Son Gelişmeler Konferansı.
13 Eylül 2005, Ankara Üniversitesi Biyoteknoloji Merkezi, GDO’lar İçin Biyoteknoloji Kullanımı: Mitler ve Gerçekler (Anadolu Ajansı da haber olarak geçmiş).
15 Eylül 2005, Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi, Transgenik Organizma Üretiminde Biyoteknoloji Kullanımı.
The Independent’ın ortaya çıkardığı raporun Mayıs 2005’te yayınlanmış olması ve sadece birkaç ay sonra Dr. Chassy’nin Türkiye’ye gelerek GDO ile ilgili ortaya atılan sağlık çekincelerinin gerçek olmadığına dair iddiaları, çok uluslu şirket güdümlü ABD biyoteknoloji politikasının azmi ve acımasızlığının bir göstergesi.
GDO’lar ile ilgili kamudaki bilgi savaşlarından yakınan Dr. Bruce Chassy’nin GDO’lu tohumları bilimsel aklama çalışmalarına tepki göstermek bir yana, bu propagandaya alet olan medyası, üniversiteleri ve bilim kurumu, GDO’lu ürünleri verilen rüşvetler karşılığında denetlenmeden ülke markete girişine olanak sağlayan Tarım Bakanlığı yetkilileri ile Türkiye, devleti, bürokratlarını ve temsil ettikleri halkı bilimsel açıdan cahil ve geri kafalı olarak resmeden ABD telgraflarını bir anlamda haklı çıkardığına şahit oluyoruz.
Dr. Bruce Chassy’nin neredeyse her demecinde takındığı bilimsellikten uzak reklamcı tavır, onun bir eksiği değil, bilakis bir özelliği. Nitekim devletin politika yapıcılarının şirket çıkarları uğruna kamu aleyhinde kararlar alabilmelerini kolaylaştıran yegane araçlardan birisi de iktidara gömülü organik bilim insanları. Dr. Chassy’nin ABD biyoteknoloji politikalarının kamu nezdinde kabul edilebilir noktaya getirilmesinde bir aracı olduğunu anladığımızda, şüphesiz onun Bilim ve Teknik dergisine verdiği röportajı incelemek ABD’nin tarım politikası söylemini anlamak açısından çok yol gösterici bir hal alıyor.
***
Monsanto ile ilgili gündem yaratmış bir diğer konu da patentine sahip oldukları ‘terminatör tohum’ teknolojisi.
Amerikan Tarım Bakanlığı ve Tarımsal Araştırma Ajansı’nın (Agricultural Research Sevice) ortaklığıyla geliştirilen ve 90’larda patentlenen bu teknoloji, genetiği değiştirilmiş olan tohumlarının tek kullanımlık olmasını garantiliyor. Bu yolla, GDO’lu ürünlerin tohumlarının tek tedarikçisi olması garanti altına alınmış ve sektörde tekelleşmenin, müşteri tarafında ise bağımlılığın önü açılmış oluyor.
Terminatör tohumların tarihine baktığımızda Monsanto’nun terminatör tohum kullanmayacağını açıkladığına rastlıyoruz. Dikkatle incelendiğinde, bu kararın arkasında pazarın ihtiyaçları ve pazarın doğasından ziyade çeşitli sivil toplum kuruluşlarının, yerli çiftçilerin ve çeşitli ülkelerin bu teknolojiye direnişinin olduğunu görmek mümkün. Özellikle tarım sektörü çok büyük ve yoksul olan Brezilya ve Hindistan’daki hareketler, Monsanto’nun bu yönde bir geri adım atamasındaki en önemli etkenlerden).
Öte yandan Monsanto’nun bu kararı terminatör tohum teknolojisinin hiçbir surette kullanılmayacağı anlamına gelmediği gibi, Monsanto çiftçilere imzalattığı fikri mülkiyet hakkı sözleşmeleriyle zaten tohum imhası gerekliliğini yasal bir yolla halletmiş bulunuyor. Bir yandan canlı organizmaların patentlenmesi gibi tartışmalı bir pratiğin sonucu olan GDO’lu tohumlar, diğer yandan kısıtlayıcı fikri mülkiyet sözleşmeleriyle tarım sektörünü sıkı bir kontrol altında tutmanın aracı oluveriyorlar.
Tohum saklama pratiklerinin şirketlerin eliyle yasaklanması ve Monsanto gibi şirketlerin tarım piyasasını kontrolü, genel olarak besin hakkının gaspı perspektifinden değerlendirilmeli. Bu konudaki en çarpıcı eleştiri, Birleşmiş Milletler Genel Asamblesi’nde besin hakkı Özel Raportörü Olivier de Schutter tarafından dillendirilmiş. Bu rapora göre fikri mülkiyet hakları sadece yoksul çiftçilerin hayatı idame şartlarını ellerinden almakla kalmıyor, aynı zamanda da besin fiyatlarını da tırmandırıyor.
Çok uluslu şirketlerin tohum patentlerinin yol açtığı sorunlar bir kaç ana başlık altında toplanıyor. Bunlardan ilki yoksul çiftçilerin maddi olarak tohumlara ulaşım sıkıntısı ve bu nedenle besine yoksul kesimlerin ulaşımının da zorlaşması. Bir diğer sorun ise fikri mülkiyet hakları sayesinde edilen karların araştırma geliştirme çalışmalarının devamını sağlayacağı iddiası. BM raporuna göre, şirketlerin yüksek kar getirecek gelişmiş ülkelerin tükettiği hasatların tohumlarına yönelmeleri, besin sıkıntısı yaşayan güney ülkelerinin ihtiyaç duyduğu ürünlerin araştırmaların yapılmamasına bu nedenle de besine ulaşım hakkına olumlu herhangi bir katkısı olmamasına yol açmakta.
Son bir konu da, tarım biyoteknolojisi alanından canlı varlıkların patentlenebilmesi imkanının doğması vesilesiyle, belirli tohumların sermayedar şirketin mülkiyeti haline gelebilmesi ve diğer şirketler veyahut bağımsız araştırmacılar tarafından tedrici bir araştırma konusu olmalarının engellenme riskinin ortaya çıkmış olması. Dolayısıyla bu bilgilerle konuyu tekrar değerlendirdiğimizde, daha önce bahsettiğimiz sağlık risklerini bir kenara bıraktığımız durumda dahi, GDO’lu tohumların ve ürünlerin şirketlerin söz verildiği gibi besin sorununu çözmesini beklemenin doğru olmadığı sonucuna ulaşıyoruz.
Velhasılı, GDO’lu tohumların elimizde olan telgraflardan Türkiye macerasını incelediğimizde kapitalizmin krizlerinin çok kritik bir kesişim noktası ile karşılaşıyoruz. GDO teknolojisinin özünde doğa ve canlılar üzerinde kurulan tahakkümü yatıyor. GDO’ların kullanımının hem insanlara, hem de doğrudan ve dolaylı olarak diğer canlılara ciddi zararlar vermesi olasılığı halen bilim çevrelerince tartışılan konular arasında yer alırken, bu gerçeğin kâr güdüsü ile yok sayıldığına ve inkâr edildiğine şahit oluyoruz.
Bu ‘kamuoyu şekillendirilmesi’ harekatının neferleri olarak ise karşımıza şirket çıkarlarını bir bilim insanı olarak sahip oldukları sorumluluğun önüne koymakta tereddüt etmeyen isimler çıkıyor. Bilim insanı kimliklerinin sağladığı nesnellik kalkanının ardında, sermayeye gömülü olarak kitleleri iknaya ve iktidarı aklamaya girişen organik aydınların varlığı, bilim kurumlarının artık “kamu yararına bilgi kullanımı” prensibini ihlal ettiklerine rastlıyoruz.
WikiLeaks’in bu konuda bizlere sunduğu hizmet, tam olarak kamu yararı için ihtiyaç duyulan bilgi cinsinden. Bu bağlamda Cablegate’in GDO çehresi, bilgiye serbest erişimin bir lüks değil, kamunun kendi sağlığını ve refahını ilgilendiren konularda özgür olarak karar vermek için ihtiyaç duyduğu asgari gereklilik olduğunu açık ve seçik bir biçimde ortaya koyuyor. (AME-BK/HK)
* Wikileaks belgelerini inceleyen A. Murat Eren ve Baybars Külebi’nin Cablegate belgelerinde AKP hükümetinin siyasi çizgisi ve Amerikan ilaç firmalarının çıkarları doğrultusunda Türkiye’de yapılan çalışmaları da kapsayan geniş analize subjektif.org adresinden ulaşabilirsiniz.